Yazar: Hatice İlay Sarıdayı (12 yaşında)
Editör : Zeynep Asya Fazlıoğlu (13 yaşında) Çizer: Elif Sena Dobooğlu (11 yaşında)

Etraf karanlıktı. Ağaçların bu kadar sık oluşu içimdeki ürpertiyi artırmıştı. Kaybolmuştum ve kendimi çok yalnız hissediyordum. Ailem ve arkadaşlarım yanımda olmadığı gibi peşine takıldığım göz alıcı kelebekte kaybolmuştu. Yorgunluktan meşe ağacının altında uyuyakaldım. Güneş ışınları yüzümde dans ederek beni uyandırmaya çalışıyor gibiydi. Gözlerimi sürümü bulma umuduna araladım.
Dümdüz gidersem yol beni bir yere ulaştırır mıydı? Denemek zorundaydım. Biraz ilerledikten sonra çocukların oynadığı bir tarlaya vardım. Ağaçlardaki Napolyon kirazlar ağzımı sulandırmıştı. Bu pıtrakların benimle zoru neydi canım, ayaklarımı perişan etti. Çocuklar beni gördüklerinde tedirginlikten mi açlıktan mı bilmem, tir tir titremeye başladım. Bana su ve saman getirdiler. Ailem bir şey yemeden önce yiyeceği önce koklardı. Ben de öyle yaptım. Kokladım ve samanları doyasıya yemeye başladım. Çocuklar çok eğlenceliydi. Onların kıpırtılı hali bir an olsun yalnızlığımı unutturur gibi olmuştu. Neşeli sesleri ve eğlenceli oyunları beni mutlu etti. Hepsi bana isimlerini söyleyerek kendilerini tanıtmaya çalıştı.
Elif, İlay ,Mert ve Ali ile birbirimize alıştıktan sonra oyunlar oynadık. Çok iyi vakit geçirdik. Hava kararmaya başlamıştı ve yalnızlık hissi başıma üşüşen sinekler gibi beni hiç rahat bırakmıyordu. Çocuklarla oynarken yorulmuş olmalıydım. Onlar evlerine gittikten kısa bir süre sonra göz kapaklarıma söz dinletemez oldum. Napolyonlar bana gülümsüyordu ama ben sadece ağacın altında uyuyakaldım. Gece ne kadar kısa sürmüştü. Daha rüyamdaki sinekleri kovamadan kuşlar korosu boynuzlarıma konmuştu. Göz kapaklarımın arasından Elif ve Mert’in bana doğru yaklaştığını gördüm. Oyunlar oynayarak bir yere doğru ilerledik. Durduğumuzda önümüzde kocaman bahçeli bir ev vardı.
Bu yemyeşil yer Elif ve ailesinin eviymiş. Bana orda kalmak ister miyim diye sordu. Evet dermiş gibi başımı salladım. Sürüm aklımdaydı ama yalnızlıktan da korkuyordum. Bana verdikleri yoncayı yedim. Çocuklar yemeklerini yedikten sonra birlikte gezintiye çıktık. İlk olarak tarlaya vardık. Tarlanın karşısında akan nehrin diğer tarafında sapsarı buğdaylar vardı. Sonra sık ağaçların olduğu ormana gittik. Burada olmak beni biraz ürkütmüştü. Başıma üşüşen sinek hissi yine beynimi ele geçirmek üzereydi. Ama yanımda arkadaşlarım vardı ve onlar varken yalnız değildim.
Oyunlar oynayarak ne kadar daha ilerledik bilmiyorum. Önümüze kocaman bir dut ağacı çıktı. Üstümden indiler, ağacın altına bir naylon bez serdiler. Arkadaşlarım neşe içinde ağaca tırmanmaya başladılar. Dallarını sallamaya başladıklarında kar yağmaya başlamıştı sanki. Havadan yağan beyaz taneler ve poşete düşerken çıkardıkları ses çok güzeldi. Ses, beni sularda sürüm ile oyun oynadığım günlere götürmüştü. Naylonun üzerinde epeyce dut birikince ağaçtan indiler, birlikte dut yemeye başladık. Dutlar çok lezzetliydi. Eve gitme zamanı gelmişti ama Mert sağdan Elif soldan gitmemiz gerektiğini söylüyordu. Zaten kayıptım bir daha mı kaybolmuştum. Bu sefer yapabileceğim bir şeyler olmalıydı. O anda Napolyon kirazların tatlımsı kokusu burnumun dibine ilişti. Kokuyu takip etmeye başladım. Ben önden giderken Mert ve Elif önce şaşkınlık içinde beni izlese de sonra çaresiz beni takip ettiler. Kulaklarım şırıl şırıl akan dereyi işitti. Tarlaya yaklaştığımızı anladım. Tarlayı gören çocuklar boynuma atıldılar. Kalplerinin minicik çarpıntısını hissettiğimde kovaladığım kelebeğin kanatlarındaki ışıltı yerleşti içime. Arkadaşlarım bana, adın “Eya” olsun dediler. En yakın arkadaş demekmiş Eya. Ya da hiç yalnız kalmayacak anlamına da geliyor olabilir...