top of page

Sararmış Sayfalardaki Duygu

  • Zümra Babatürk
  • 30 Haz
  • 2 dakikada okunur

Yazar: Zümra Babatürk (11 yaşında)

Çizer: Şevval Koçoğlu (10 yaşında)

Editör: Öykü Cenebağı (11 yaşında)

Acı, artık yalnızca eski kitapların sararmış sayfalarında rastlanan bir kelimeydi. Şehrin her köşesinde aynı donuk gülümseme, yüzlere yapıştırılmış gibiydi. Sokaklarda yankılanan kahkahalar, metalin çarpışırken çıkardığı o soğuk tınıyı taşıyordu. Gözler ışıltılıydı belki, ama içlerinde bir parıltı yoktu; çünkü burada ağlamak, üzülmek, kederlenmek yasaktı.                                                                                       

Her şey altı yıl önce başladı. Sağlık Bakanı Prof. Dr. Taci Çokbilmiş, bir sabah "Acı olmasaydı?" sorusuna takılıp kaldı. Ardından gazetelerde şu başlık belirdi:

“Son Dakika: Acı Yasaklanıyor!”

O mürekkep kokan gazetede şu cümleler vardı:

– Sayın Çokbilmiş, acı yasaklanıyor iddiaları doğru mu?

– Evet! Acı hem ruhsal hem de fiziksel olarak zararlı. Üstelik halkın “Ayy !  Bu da mı başıma gelecekti?” diye feryat etmemesi için acıyı kaldırıyorum. Ağlayanlara anında "Gülme Tozu" üflüyoruz. Gözyaşları kurumadan mutluluğa dönüşüyor.

İlk günler herkes memnundu. Şehir sanki bir tiyatro sahnesine çevrilmişti. Her yer pastel tonlarda boyanmış, kaldırımlar çiçek esansıyla yıkanmıştı. Havada hafif bir vanilya kokusu asılıydı; insanın burnuna tatlı, yapay bir sıcaklık bırakıyordu. Ancak sonra şehir sessizleşti. Birinin kalbi kırıldığında, ağlayamıyordu. Hemen yanına bir görevli belirip ona toz üflüyordu. Yakınını kaybeden biri, yanlızca boş gözlerle gülümsüyordu. Küçük bir çocuğun dizi kanadığında, gözyaşı düşmeden "puff" sesi duyuluyor, o masum hıçkırık boğazına tıkanıyordu. Dokunmak bile hissizleşmişti. İnsanlar birbirine temas ediyor, ama kimse kimseye değemiyordu. Gülümsemeler zorla, kahkahalar mekanikti. Ruhlarımız sanki camdan fanuslara konulmuştu. Belki güvendeydik ama… Hayattan koparıldık. Çünkü acı, içimizi yakarak öğretirdi. Ama artık öğrenmek de yasaktı. Her sabah zorla içirilen “Gülümseme İksiri”, dilimizde ekşimsi bir tat bırakıyordu. Prof. Dr. Taci Bey için ne hissettiğimiz değil, nasıl göründüğümüz önemliydi.

Bir gün, dev ekranın önünde bir kalabalık fark ettim. Prof. Dr. Taci konuşuyordu:

“Yeni bir iksir geliştirdik! Günde bir kez alın, iki kat mutluluk garantisi!”

Kalabalıkta biriyle göz göze geldim. Derinliklerinde bastırılmış bir fırtına vardı — sesi duyulmaz, ama ruhuma dokunuyordu. O an bir kıvılcım çaktı içimde. Demek ki yalnız değildim. Buna dur demeliydim.

O gece, duvarların soğuk dokusunu ellerimde hissederek eski bir kelimeyi yazdım:

Acı. O kelimeyi sokaklara, duvarlara, ekranlara yaydım. İnsanlar dehşete kapıldı. Kimi çığlık attı, kimi yere çöküp elleriyle yüzünü kapattı. Ama sonra... Biri, bir diğerine sarıldı. Dokunuşlar yeniden sıcaktı. Gözyaşları artık tuz değil, anlam taşıyordu.

Acı, bastırıldıkça toprağa gömülen bir tohum gibiydi. Onu gömdüler… Ben sadece suladım.

Şimdi o kökler gökyüzünü delerken, herkes hatırlamaya başladı: Acı, düşman değilmiş. O, dostun kara günde belli olduğunu gösteren bir aynaymış. Bazen yakar, bazen yıkar. Ama sonunda öğretir. Karanlıkta yönümüzü bulduran bir yıldız, bir haritaymış meğer. Acı yasaklanamaz. Çünkü acı, insan olmanın, büyümenin ve anlamanın ta kendisidir.

 

 

©2022, Dergi Mudita, her hakkı saklıdır.

bottom of page