Yazar: Abdullah Zubeyr Hocaoğlu (11 yaşında)
Editör: Buğlem Ayaz (13 yaşında)
Esnaflar toplanmış sohbet ediyorlardı. O sırada içeriye manav girdi. Yüzü çok telaşlıydı. Aceleyle “Arkadaşlar, bizim ev hırsızlığa uğramış!” dedi. Tamı tamına 1850 TL çalınmış. Bu, o zamanlar için büyük paraydı. O sırada bu konuşma, Zubeyr Aliyov adlı bir kitapçının dikkatini çekti. Gerçek ismi Zubeyr olan bu adamın lakabı “zehri”di. Mahalleli ona bu adı her şeyi bildiği için takmıştı. Aliyov aynı zaman da II. Abdulhamid’in Şam şehri Cemaziyelevvel mahallesindeki hafiyesiydi. Manava “Sen şu olayın aslını anlat hele,” dedi. Tüm mahalleli ona güvenirdi. Manav olayları detaylı bir şekilde tekrar anlattı. Akşam herkes eve döndükten sonra Zehir Zubeyr, sokaklarda dolaşmaya başladı. Bu, onun asli göreviydi. O bir kitapçı değil hafiyeydi. Vatan ve millet uğruna gözünü kırpmadan canını bile verirdi.
Yolda arkadaşı Hızır Süleyman’la karşılaştı. Süleyman’a “Hızır” lakabını o vermişti. Geçen sene Şam’a geldiğinde yardımına o yetişmiş ve evi de, işi de, dükkânı da o bulmuştu. Mahalleli Süleyman’ı da sever sayardı. Fakat tamamen bir sırdı o. Evi sorulduğunda vatan, ailesi sorulduğunda millet derdi. Herkes onu sever, o da herkesi severdi. Zengin mi yoksa fakir mi olduğu da tamamen bir gizdi. Zubeyr, hafiye olarak bazı tahminlerde bulunur ama bunu arkadaşından saklardı.
Zubeyr, bu olayı anlattıktan hemen sonra bir patlama işitildi. Ses Cemaziyelevvel karakolunun bulunduğu sokağın hemen başındaki apartmanın 1. katından gelmişti. Oraya vardıklarında polis Mehmet’in de orada olduğunu gördüler. Ses yine Kimyacı Kerem Cengizoğlu’nun dairesinden gelmişti. Bu sesler 1 haftadır duyuluyordu. Kimyacı, adı üstünde kimyayla uğraşıyordu. Aslında zerre kimya bilgisi yoktu. Mahalleye taşınalı 1 ay ya oluyordu ya da olmuyordu. Gerçek adı Edward Johns olan bu adam aslında İngiliz ajanıydı. Londra Ajanlar Birliği’nden çıkan kararla buraya karışıklık çıkarmak için gönderilmişti. Zehir Zubeyr ondan hep şüphelenmişti. Kerem (ya da Edward) kapıdan çıktı, “Bir şey yok, herkes dağılsın!” diye bağırdı. Ardından içeriye girdi. Bu olaydan sonra Zehir Zubeyr, Süleyman Hızır’la vedalaşıp evinin yolunu tuttu. Dükkânının üst katında bulunan evine geldi. Önce biraz kitap okudu. Sonra içini şüphe kurtları kemirdi. Daha sonra sızıp kaldı. Ertesi sabah saat 10’da dükkânını açarken kasap dışarıya fırladı. “Oğlumun kupalarını, eşimin takılarını, benimse zor gün için biriktirdiğim altınlarımı çaldılar!” diye bağırmaya başladı. Oğlu Arapların gördüğü en iyi at yarışçısıydı. Esnaf onu zor sakinleştirdi. Zehir Zubeyr, o gün boyunca dükkânını kapalı tutmaya karar verdi. O akşam dışarıya çıkmadı ve Hızır Süleyman ile buluşmadı.
Sonraki günlerde her gün esnafın bir şeyi çalınmaya başladı. Bakkalın kasasını, oduncunun parasını, fırının altın kalemini çaldılar. Öyle ki en sonunda evi soyulmayan bir tek Zehir Zubeyr, Polis Mehmet ve Gazeteci Şaban Recepsu kaldı. Şaban Recepsu hafif ünlü bir gazeteciydi. En son olay Zehir Zubeyr’in yan dükkânı olan fırında gerçekleşti. Polis ve Recep ondan da röportaj aldı. Onlara gece saat 12’de su içmek için kalktığını ve açık olan pencereden bir kimyasal kokusu geldiğini söyledi. Pencereden dışarıya baktığında hiç kimseyi görememişti.
Beraber anlaşıp bu gece esnaf sokağında pusuya yattılar. 10 dakika sonra Hızır da ekibe katıldı. Gece yarısında 2 kişinin Zehir Zubeyr’in kitapçısına doğru yöneldiğini gördüler. Keskin gözlü gazeteci ünvanının da sahibi olan Şaban Recepsu 2 kişiden birinin dilenci Yusuf el-Husayn olduğunu fark etti. Yanındaki kişi cebinden bir şey çıkardı ve onu demirin önüne attılar. Bir anda koca demir tuz buz oldu. İçeri girdiler. Ekip de yanlarına bir fener alıp onların peşinden içeri daldılar. Dilenci (ya da hırsız) Yusuf el-Husayn’ın yanındaki Kerem Cengizoğlu (ya da Edward Johns)ydu. Onlara “Suç üstü yakalandınız,” dediler. Daha sonra bağıra çağıra mahalleliyi uyandırdılar. Ve herkesin gözü önünde Polis Mehmet onlara kelepçe taktı, alkışlandı. Ardından Zehir Zubeyr bu olayı teferruatlı bir şekilde İstanbul’a bildirdi ve bunun filhakika bir olay olduğunu belirtti. İstanbul’a çağrılarak bizzat Sultan II. Abdulhamid tarafından Mecidiye ve Hamidiye nişanları verilerek ödüllendirildi.