Küllerimizden Doğmak
- Mehmet Raşit Demir
- 27 Eyl
- 2 dakikada okunur
Yazar: Mehmet Raşit Demir (10 yaşında)
Editör: Ayşegül Duyar (11 yaşında)

Ben Raşit. İstanbul’un fethine katılmış bir Yeniçeri Ağasıyım. Ayrıca Fatih Sultan Mehmed’in can dostuyum. Kutlu fethimizin hikâyesini bu sayfalara nakşetmek isterim.
Mevsim ilkbahardı. Ilık ilkbahar meltemi, çimlerin cezbedici kokusu, insanın göğsünü ferahlıkla dolduruyordu. İstanbul Kuşatması devam ediyordu. Osmanlı ordusu olarak fethe çok yaklaşmıştık. Ancak Bizanslılar İstanbul’u yeni bir sistemle savunduklarından çok zamansız bir başarısızlığa uğradık. Hesap edemediğimiz şey saldırımızın en verimli zamanında, Rum ateşini tahayyül edilemeyecek bir silah olarak surlardan aşağı kullanmalarıydı.
Önden grejuvanın (Rum Ateşi’nin) kokusu geliyordu. Bu keskin, genizleri yakıcı koku herkesi perişan ediyordu. Sonra düşman askerleri surlara tırmanmaya çalışan askerlerimizin üzerine Rum ateşini hiç isabet kaçırmadan atmaya başlıyorlardı. Askerlerin ciğerlerini yırtarcasına attıkları çığlıklar yürekleri dağlıyordu. Yine de mücahitler durmadan surlara tırmanmaya devam etmekteydi. Ama sonuç başarsızlıktı. Sultan Mehmed bu hezimeti sindiremedi ve üç gün boyunca çadırına kapandı.
Sultan’ın kumandanları ona ulaşmaya çalışsa da başaramamışlardı. En sonunda Hünkar’ın çadırının yanına gittim ve Hasodabaşı’na:
-Hünkarımız çıkıncaya kadar burada kalacağım, dedim.
Hasodabaşı kabul etti, beklemeye başladım. İçeriden Sultan’ın kimi zaman üzüntüyle inlemeleri, kimi zaman öfkeyle haykırmaları duyulmaktaydı.
Sultan sanırsam içeride bazı planlar kurmaya çalışıyordu. İkinci taaruza o kadar odaklanmıştı ki kendisine getirilen, hayatta en çok sevdiği, uğruna elçileri kapı dışarı ettiği yemeği, enfes Kuzu Mutancana’yı bile kabul etmedi. İkinci gün de Hünkarın yüzünü görmedim. Üçüncü gün Hasodabaşı’na:
-Hünkarla görüşmek isterim. Acil olduğunu söyleyesün, dedim.
-Sultanımız hiç kimse gelmesün ister.
- Sen içeri girmek istedüğümü, yine de hünkara diyesin.
Hasodabaşı sorup geldi, ve:
-Hünkarımız acil olduğu için içeri girmeni kabul eyledi, dedi.
Hızla içeri girdim. Gördüğüm tek şey Sultanımızın çok üzgün ve sinirli olduğuydu.
-Gelesin Raşit.
-Kabul buyurduğunuz için sağolun Hünkarım. İki kelam etmeye müsadeniz var mıdır?
-Söyleyesün.
Sultan’dan icazet alınca lafa girdim:
-Ey karaların ve denizlerin hakimi Sultan Mehmed Han! Ey Cihan Padişahı! Ey geleceğin fatihi! Sana sorarım. Kızılelma neresi?
-Konstantiniyye! Ardından ise Rumiyye (Roma).
-Peki ne deyü üzgünsün? Ne deyü sinirlisin? Unutma, Konstantiniyye muhakkak feth edilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutandır. Onu fetheden asker ne güzel askerdir.
-Üzgünlüğüm Rum ateşi altında yitip giden askerlerimiz içindir. Kızgınlığım umumi taaruzun başarısız olmasındandır. Evet, şehidimiz bir ölür bin dirilir lakin taaruzu anlamam. Görürüm ki hiç ümit yoktur. Sınırlarım bu kuşatmaya yetmemektedir.
-Senin sınırların Konstantiniyye’nin surlarına benzemektedir. Surlar yıkılsa şehir düşer, şehir ölür. Lakin muhakkak ki her ölüş yeni bir doğuştur. Görürüm ki Byzantium’un (Konstantiniyye’nin) surları zedelenmişidir. Şehir düşecektir. Ve şehir seninle yeniden doğacaktır. Senin yetmez dediğin sınırların da zedelenmiştir. Hünkarım, gayri küllerinden doğmak gerektir.
Sultan derin düşüncelere daldı. Ve dilinden tek bir kelime döküldü:
-Eyvallah.
Üçüncü günden sonra II. Mehmed dışarı çıktı. Tüm azmiyle ve tutkusuyla ikinci umumi taaruzu planladı.
Nihayet 29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul fethedildi ve Osmanlı halkı bir şehrin ve dahi medeniyetin yeniden doğuşuna şahit oldu.


