top of page

Tarih Dede

  • Lina Birinci
  • 10 Ağu
  • 3 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 11 Ağu

Yazar: Lina Birinci (10 yaş)

Editör: Asel Sözer (12 yaşında)

ree

Sokakta boş boş yürüyorum, nereye gittiğimi de bilmiyorum. Buralara yabancıyım. Hem canım da sıkkın ve bunun için de çokça sebebim var.  Güzelim İzmir’den kalabalık İstanbul’a taşınmak zaten kötü, bir de yetmezmiş gibi yeni okuluma da alışamadım, daha ne olsun? 

Kafamı kaldırıyorum,  bir de ne göreyim? Karşımda eski püskü, ahşap bir kapı. Kapı, kapı, kapı… çok eski olduğunu üzerindeki yosun izlerinden ve çürük tahta kokusundan anlıyorum , en az bin yaşındadır.

Nelere şahitlik etmiştir acaba bu kapı? Belki Leonardo Da Vinci Mona Lisa tablosunu bu kapının ardında bitirdi. Yok canım! Delirdim mi ben? Türkiye nerde, Leonardo Da Vinci nerde? O zaman bu kapı kesin İstanbul’un fethini izledi, Fatih Sultan Mehmet kuşatma planını bu kapının ardında yaptı. İstanbul ne zaman fethedilmişti?

 Eyvah, benim tarih ödevim vardı! Tarih hocası da çok agresif bir kadın, eğer ödevimi yetiştiremezsem yandım. Bence Harry Potter’daki Profesör Snape’e benziyor. Snape gibi puan düşürmeye bayılıyor. Keşke kitabımı bitirseydim, sonunu çok merak ediyorum. Ah, ah, bana bu kitabı önceki Türkçe öğretmenim önermişti. Kitap, kitap, kitap… Onu da Narnia Günlükleri’ndeki Aslan’a benzetirdim.

Yan mahalledeki kütüphanede çok güzel kitaplar varmış, gitsem mi acaba?  Zaten tarih öğretmeni bizi yakında kütüphaneye götürür.   Şimdi de Pir-i Reis’i araştırmamızı ve kompozisyon yazmamızı istedi. Bazen verdiği yazı ödevleri yüzünden tarih öğretmeni olduğunu unutuyorum.  Offf, kafam  of karışık...

Ama şuan bu kapının ardındaki şeyi görmeye dair merak duygum tüm her şeye baskın geliyor.

Kapıdan içeriye girsem mi, girmesem mi? Kendimi bir filmin ortasında gibi hissediyorum. En iyisi kapıyı inceleyeyim. Epey de tozlanmış yahu. Kapının ortasında en az kapı kadar eski duran bir gemi işlemesi var. Çok belli olmasa da fark edilebilir durumda. Acaba kapının ardındaki ile ilgili bir ipucu mu?  Ne zamandır gemiye binmedim ben? Aman, beni gemi tutar! Peki kapıdaki gemi? Pir-i Reis mi… gemi mi… yoksa sadece taş mı? Peki ya kapının ardı? İçeriden alınacak şeyler bilgiler mi… yoksa derin yara izleri mi?

Peki diğer insanlar? Acaba neden onlar bu kapıyı görmüyor ki? Büyük ihtimalle ellerindeki telefondan başka bir şey görmediklerinden. Bu insanlar çevre körü olmuşlar. Ânı yaşamak yerine fotoğraf çekiyorlar. Gök taşı düşse “Evet Arkadaşlarrr, bugün sizlerle Dünya’yı yok etmek için düşen bir gök taşını izleyeceğiiz!” der, sakız çiğner, ağızlarını yaya yaya konuşur ve saçma sapan bir canlı yayın yaparlar. Benim yerimde başkası olsa kapının fotoğrafını çeker ve beğeni toplardı. Acaba içeri girer miydi? Peki ya ben girecek miyim?  E, korkunun ecele faydası yok, girelim madem. Kapıyı ittiriyorum, kocaman bir dağa tırmanırmışçasına korkuyorum ve kapı kulak tırmalayan bir gıcırtıyla açılıyor.

Buraya geldiğimden beri yaptığım en büyük hatayı yapıyorum: tahta, eski ve baş belası kapıyı kapatıyorum. İçerisi zifiri karanlık oluyor ve ben fena halde korkuyorum, hayır endişe ediyorum. Endişe, endişe, endişe… Gözlerimi kapatıp kaskatı kesiliyorum, heykel gibi donup kalıyorum ve bağırmak gibi bir eylemin buradaki canavarları nasıl da yanıma çekeceğini düşünüp çıt çıkarmıyorum. Büyük ihtimalle bir dakika bekliyorum ve o süre bana tam BİN saat gibi geliyor! Bir saniye! Ben masal mı okuyorum? Bu süre hiç de bin saat gibi gelmiyor. Eğer yazar olursam kitabımda böyle bir ifade olmayacak. Keşke en sevdiğim yazarın yeni kitabı çıksa. Onun kitaplarında çoğunlukla canavarlar vardır ama ben birinin bana saldırmadığını fark ediyorum, gözlerimi açıyorum ve hiçbir şeyin değişmediğini görünce, daha doğrusu göremeyince gözlerimin karanlığa alışmasını bekliyorum. Gözlerim alıştığında el yordamıyla ilerliyorum. Birden bir masaya çarpıyorum. Üstünü elimle yokluyorum, kibrit ve mum çıkıyor. Kibriti ustaca kullanıyorum desem yalan olur. Ya elimi yakarsam! Kibriti yakmam lazım ama bu konuda hiç becerikli değilim. Kitabımdaki karakter ne de becerikliydi. Canım kitabım, kitabım, kitabım… Kibriti yakmayı beceriyorum ve ateş sessiz bir şarkıyla mumun üstünde dans etmeye başlıyor. Oda aydınlanınca yan taraftaki merdivenden çıkmaya başlıyorum.

Her adımımı attığımda merdivenden ritmik gıcırtılar çıkıyor, sanki bir senfoninin ortasındayım: gacuuur-gucur, gucuuur-gacır. Yukarı çıktığımda karşımda tek bir oda var ve kapısı aralık. İçeriden gün ışığı süzülüyor, horultular geliyor ve horultuların gıcırtılardan aşağı kalır bir yanı yok: hoor, horr, horr, hoor. Babamın horlamasına benzetiyorum. Ben kapıya yanaşınca horultu kesiliyor, korkuyla kapıyı ittiriyorum. İçeride gümüş sakallı, uykulu ve yaşlı bir adam duruyor. Sesi de kendisi kadar yaşlı:

-Sen kimsin?! Ayyy, ne de güzel uyudum.

-Ben mi?!  Ben şeyim, ben eee…  Ayy,  Ayşe, Fatma, Mehmet, Ahmet!

-Ne dedin, ne?

-Pardon, korktum da…

-Neden geldin, niye Pir-i Reis’in dostu Tarih Dede’yi uyandırdın?

-Nee, geçmişten mi geldiniz?

-Zamanı bozmak mı? Haşa! Ben 2957 yıldır hayattayım.

-Nasıl bu kadar sakinim bilmiyorum ama bana lütfen Pir-i Reis’in hayatını anlatın.

-En büyük derya kaptanını anlatmak benim için bir zevk!

Diyor ve anlatmaya başlıyor. Anlattıklarını not almıyorum, çünkü unutmuyorum.

-İşte böyle evlat. Şimdi benim uyumam lazım ama al bunu. Bu büyük derya kaptanının pusulası. Kapıyı ilk sen fark ettiğin için bu senindir.

Pusulayı elime alır almaz kendimi yatağımda buluyorum. Seher vakti. Bunların hepsi rüya mı, gerçek mi kavrayamıyorum. Elimdeki ağırlığı fark ediyorum. Elimde 2 şey var: tarih defterime kendi el yazımla yazılmış araştırma ödevim ve pusula…                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                        

 
 

©2022, Dergi Mudita, her hakkı saklıdır.

bottom of page