Türkiye'nin En Kuzeyinde
- Feyza YILMAZ
- 10 Ağu
- 2 dakikada okunur
Yazar: Feyza Yılmaz (12 yaşında)
Editör: İsra Bilden (12 yaşında)

Bence, en sevdiğin tatlıdan vazgeçip, hayatında ilk defa yediğin tatlıyı bir numaraya koyman; matematik sınavından çıkmak kadar zordur. Neden mi? Çünkü tatlı yemek bir sanattır. Yediğin tatlıları da numaralandırmak önemlidir. Yaniii bence…
İşte benim de hikâyem böyle başladı. Bir okul gezisi ile. Güzergâh; Sinop.
Tarihi Sinop Cezaevindeyiz. Ben de herkes gibi etrafı inceliyorum. Cezaevi o kadar eski görünüyor ki sanırım bin yıllık. Öğretmenim konuşmaya başlayınca meraklı gözlerimi ona çevirdim. ‘Çocuklar, burası Tarihi Sinop Cezaevi. 1500’lü yıllar da tersane olarak kullanılan bu yer, daha sonra 1882 yılından, 1999 yılına kadar cezaevi olarak kullanılmıştır. Bu cezaevinde ünlü insanlar da hüküm giymiştir. Örneğin; Sabahattin Ali, Refi Cevat Ulunay, Mustafa Suphi gibi çokça tanın isimler, bu gördüğünüz bina da bir süre yaşamıştır. Günümüzde ise ne tersane ne de cezaevi olarak kullanılmakta, herkes cezaevini gezip görmek için geliyor.”
Böyle konuşmalar insanı sıkabilir ama beni gerçekten çok heyecanlandırıyor. Bu yüzden tarihi yerlere olan merakım daha da artmıştı. Bir sonraki durağımız Sinop Kalesi oldu. (Gerçi sadece, Sinop Cezaevi’ni dışardan görmeye gidiyoruz. Çünkü Sinop Cezaevi, Sinop Kalesi’nin içinde.) Bu sefer meraklı gözlerimi, cezaevinden alıp karşımda duran koca kaleye çevirdim. Öğretmenim bu sefer Sinop Kalesi’nin tarihini anlatmaya koyuldu:
‘Sinop Kalesi, milattan önce 7. yüzyılda şehri korumak amacıyla inşa edilmiştir. Çok fazla kez onarılmıştır. Evliya Çelebi’nin söylediğine göre bu kalenin altı tane kapısı varmış.’
Sinop Kalesi’ni iyice gezip gördükten sonra öğretmenime sıradaki yerin neresi olduğunu sordum. Öğretmenim bekletmeden, “İnceburun Feneri’ne gideceğiz.” dedi. Hayatımda hiç gitmediğim, aynı zamanda adını bile duymadığım bir yere gideceğimin sevinciyle öğle yemeğimi yemeye koyuldum. Sinop mantısının meşhur olduğunu bildiğim için onu yemek istemiştim. Mantı gerçekten harikaydı. Görünüşü de, lezzeti de nefisti. Herkesin yemeği bitince tatlı siparişlerini verdik. Ben hayatımda hiç yemediğim ve meşhur bir tatlı olduğunu bildiğim nokulu yemeyi tercih ettim. Nokulu yedikten sonra hayatımda bir şey değişti. Bundan sonra en sevdiğim tatlı nokul oldu çünkü. Tatlılar bittiğinde restoranın kapısından çıkan ilk ben oldum. İnceburun Feneri’ni çok merak ediyordum.
İnceburun Feneri’ne geldik. Burası gezdiğimiz diğer yerlere göre daha bakımlı görünüyordu. Feneri izlemeye koyulmuştum ki, tam o esna da öğretmenim İnceburun Feneri’nin tarihini anlatmaya başlamıştı: “Burası da İnceburun Feneri, çocuklar. Türkiye’nin en kuzey noktasıdır. İnceburun Feneri 1863 yılında yapılmıştır…”
Öğretmenim anlatmaya devam ediyordu ama ben fenerin fotoğraflarını çekmekle meşguldüm. Taaa 1863 yılından bu zamana kadar ayakta kalmış bir binanın hemen yanında olmak gerçekten inanılmaz bir duygu. Aynı zamanda Türkiye’nin en kuzey noktasındayım! (Bunu öğretmenim söylemişti) Bence bu harika bir şey. Bir an öğretmenime baktım. Anlatmasını bitirmişti, şimdi herkes etrafı inceliyordu.
Aradan on dakika geçmişti ki rotamızı çarşıya çevirdik. Çarşıların kurulduğu bu alan çok eğlenceli görünüyordu. Etrafta dolanmaya, insanların neler sattıklarını görmeye çok çabaladım. Çabaladım diyorum çünkü o kadar kalabalıktı ki, bir an öğretmenimi kaybedeceğim diye çok korkuyorum. Sonunda kalabalık azalmaya başlamıştı. İnsanların neler sattığını iyi bir şek ilde görebiliyordum artık. Ee o kadar gelmişken bir şeyler alayım dedim. Odamın başköşesine koymak için bir gemi maketi, anneme el yapımı bıçaklardan ve bir tane Diyojen heykeli aldım.
Çok eğlenceli bir gün geçirmiştim ama her güzel şeyin bir sonu vardır. Şu an uçaktayım. Kitap okuyorum ama aklım kitapta değil, bugünü günlüğüme nasıl sığdıracağımı düşünüyorum.