Yeni Bir Umut
- Azime Nesibe Ustabaşı
- 10 Ağu
- 5 dakikada okunur
Yazar: Hatice Meryem Uygun (10 yaşında)
Editör: Azime Nesibe Ustabaşı (14 yaşında)

Merhaba, benim adım Ela! On yaşındayım ve siyah, düz saçlarım; yemyeşil, misket gibi gözlerim var. Aylardan ağustos ve sıcak bir salı günü… Hava o kadar sıcak ki güneş sanki beni, duygularımı ve bütün dünyayı eritmek istiyor. Bu hiç de fena olmazdı aslında. Ne de olsa şu an canım çok sıkkın. Neden biliyor musunuz? Çünkü geçen ay babam çok kötü bir hastalığa yakalandı. Her şey normalken bir anda canım babamın kanser olduğunu öğrendik.
Normalde benim babam bir zürafa gibi uzun boyluydu. Geniş omuzlu, dik duruşluydu. Kocaman bir dağdı adeta. Bense onun bağrında açan çiçekler gibiydim. Ama bu hastalıktan sonra tüm heybetini kaybetmişti. Yüzü sonbaharda kurumuş yaprak misali sararıp süzülüyordu. Artık hastanede yatıyordu. Bir aydır annem bazen onun yanında bazen de benim yanımda, evde, kalıyordu. İlk zamanlar bu hal bana eğlenceli gelmişti. Arkadaşlarımla bolca vakit geçiriyordum. Ancak bu durum gittikçe beni üzmeye başladı. Babamı çok özlüyordum ve evde tek kalmak artık benim için işkenceye dönmüştü. Bu ay annem ve babam bana hiç vakit ayıramadı, ailemiz bir daha hiç yapışmayacak kırık cam parçalarına benziyordu. Bu kırık cam parçaları kalbime batıyordu ve o yerler hiç iyileşmeyecek gibiydi...
En sonunda annem artık benimle ilgilenemediği için beni köye, anneanne ve dedemin yanına, yollamaya karar verdi. Orada daha rahat edecekmişim. Oysaki ben köye gitmek istemiyordum! Çünkü hem anne babamın yanında olmak istiyordum hem de köyde hiç arkadaşım yoktu; tablet, telefon, internet yoktu.
Annemle birlikte otobüse bindim, Bursa'dan Trabzon'a olan yolculuğumuz başladı. Bu yolculuk tam 17 saat 40 dakika sürdü. Yollar virajlı ve bozuktu. Yol üzerindeki küçük çakıl taşları sanki köye gitmemi istemiyorlardı. Zaten ben de istemiyordum. Bizi geri döndürmek için taşlar koca otobüsü beşik gibi sallıyordu. Yolların kenarlarında ağaçlar ip gibi dizilmişti. Aralarında ise renkli renkli çiçekler vardı. Bunları anneannemin eski kilimlerini tutan koca mandallara benzettim.
Hava gittikçe bozuluyordu. Bulutlar arkadaşlarını çağırıyor, birlikte dedikodu yapıyorlardı. Midem ise bu uzun yolculukta patlıcan oturtmaya dönmüştü. Zorlu, sıkıcı, uzun ve oldukça yorucu bir yolculuğun sonunda Trabzon'un Zihon köyüne vardık. Anneannem ile dedem bizi büyük bir heyecan ve mutluluk içinde karşıladı. Annem; bir gece kaldıktan sonra babamın yanına, Bursa'ya, döndü.
Artık köydeydim. Burası bulutların üzerine kurulmuş küçük küçük evlerden oluşan tatlı ve şirin bir köydü. İlk bakışta gayet güzel görünüyordu ama yine de burayı sevmiyordum. Beni ailemden ayırmış gibi hissediyordum. Anneannem ve dedem yabancılık çekmemem için ellerinden geleni yapıyordu. Ama ben yine de babam ve annemden ayrı kaldığım için çok üzülüyordum. Bu üzüntümü ise kimseyle paylaşamıyordum, çünkü üzüntü tek kişiliktir. Birisini özlemek mesela... Üzüntüyü anlatabilmek için kaç kelime var ki bu dünyada? İşte ben de tek kişilik hüzünlü bir şarkıyı kendi kendime söylüyordum.
Burada oyalanmak için anneannem ve dedem ile bahçeye iniyordum. Tarlada mısır, fasulye, kabak, çilek, domates, salatalık ve biber vardı. Bir de şey.... Isıran ot, yaniiii ısırgan otu! Ona değince insanın her yeri acayip kaşınıyor ve kabarıyordu. Bu yüzden ondan hep uzak duruyordum. Keşke ısırgandan uzak durabildiğim gibi üzüntülerimden de kaçabilseydim.
Mısırlar ve fasulyeler o kadar uzundu ki gökyüzünü onlar yüzünden göremiyordum. Gökyüzünü neden kapatıyorlardı anlayamıyorum. Bence bu yaptıkları bencillikti. Tarlada işimiz bitince ahıra gidiyorduk. Burası en sevmediğim yer olabilirdi. Çünkü sineklerin yemeği, bitkilerin de vitamini olan şeyler vardı burada!!! Adlarını söylemek bile istemiyorum, midemi bulandırıyor. Bunlar, çok pardon ama, iğrenç kokuyor. Aynı komşumuz Leyla teyzenin oğlunun bezi gibi... İşte bu kokuya tahammül edemiyordum. Bazen bayılacakmış gibi oluyordum. Burnumu mandalla tıkamak istiyordum. Anneannem beni böyle görünce kızıyor ''Onlar toprağın niiiğmeti daaa, vitamin yavrumm!'' diyordu. Böylece akşam oluyordu.
İşte, benim köyde bir günüm böyle geçiyordu. Sanırım artık köye alışmıştım. Köy hayatı beklediğimden daha eğlenceli ve maceralı çıkmıştı. Sabahları güneşin doğuşunu bulutların üzerinden izlemek, akşamları güneşin batışını ve o harika renklerin dansını izleyerek odun ateşinde tuzlu köy mısırı yemek bana çok iyi geliyordu. Bursa'da da mısır yiyordum ama o mısırlar bu kadar sulu, lezzetli ve rayihalı (güzel kokulu) değildi.
Gece olunca etrafı odun kokusu sarıyordu. Çünkü hava soğuyor ve köy evlerini ısıtmak için herkes sobalarını yakıyordu. Bu koku genzimi yakıyor ama aynı zamanda bende garip bir huzur hissi uyandırıyordu. Tüm bedenim ısınıyordu sanki. Komşu teyzeler her gün bir şeyler getiriyordu. Bazen turşu kavurması bazen anne keki bazen de sıcak bir tas çorba veya yeni sağılmış inek sütü. Anneannem de bu tabakları hep dolu yollardı. Boş tabak yollanmazmış ve komşuda pişen komşuya da düşermiş. Bu götürme işini de tabii ki hep ben yapıyordum...
3 ay sonra...
Bu sabah tatlı esintili bir güne uyandım. Kuşlar sanki bana özel bir konser veriyordu. Sesleri rüzgarla birlikte gökyüzünde uçuşuyordu. Güneş bana göz kırpıyor gibiydi. Penceremi açıp karşımdaki koca yeşil dağları görmek ve tatlı papatya kokusunu içime çekmek harikaydı. Rüzgar sanki annemle babamın öpücüğünü getirip yanağıma konduruyordu. Hayal kurmak için gözlerimi kapamama gerek yoktu. Köy, hayalin ta kendisiydi. Burası gerçekten de güzel bir yerdi. Şehirde kaç insan pencereden bakınca bu manzarayı görebiliyordu ki?
Bu gece rüyamda annemle babamı gördüm. Birlikte köye gelmişlerdi ve hep birlikte bahçede sofra kurmuş yemek yiyorduk. Hepimiz çok mutluyduk. Bu rüyanın etkisiyle güzel bir güne başladım. Hemen sepeti alıp tarlaya koştum. Koşarken sanki toprağın üstünde değil de bulutların üstünde koşuyordum.
Taze taze domates, salatalık, marul ve mis gibi kokan naneyi kopardım. Topladığım sebzeleri mutfağa bırakıp, başka bir sepet alarak kümese koştum. Kümese o kadar hızlı girmiştim ki az kalsın yumurtadan yeni çıkan civcivlere basıyordum. Horoz bey beni durdurdu. Kimliğimi gösterdim ve yumurtaları kaptığım gibi Leyla teyzenin oğlunun bezi gibi kokan ahırımıza gittim. Ahırda Pembe Burun ile biraz sohbet ettim.
Pembe Burun buraya ilk geldiğimde bana kuyruğunu sallamış ve arkadaşlık teklif etmişti. O günden beri birbirimizin sırdaşıydık. Ona gece gördüğüm rüyamı anlatırken sütünü sağdım. Bir yandan da mutluluktan ağlıyordum. Gözyaşım bir şarkının ritmi misaliyle hafifçe yanağımdan süzülüyordu. Damlalar yere düştükçe ahır artık eskisi gibi kokmamaya başlamıştı sanki.
Ahırdan çıkınca karşıdaki yüce dağlara, pamuk gibi bulutlara ve elmas gibi parlayan güneşe baktım. Serin suyuyla insanı rahatlatan dereyi izledim. Köyü artık o kadar çok sevmiştim ki şehre gitmek istemiyordum bile. Telefonda annemleri de buraya çağırıyordum. Burada hep beraber yaşasak ne güzel olurdu!
Bu güzel manzarayı bol bol izledikten sonra eve dönmek için yola koyuldum. Yürüdüğüm yokuşun beni terlettiğini fark ettim. Ama yine de seviyordum bu yokuşu. Yolun kenarları toprak, taş ve çiçeklerle süslenmişti çünkü.
Tam eve girecekken ''miyavvv'' sesiyle irkildim. Ses, o kadar acıklı geliyordu ki dayanamayıp sese yöneldim. Bir baktım ki ısıran otların arasında minik, yavru bir kedi! Önce aman boşver, kendi çıkar dedim ama arkamı dönüp gidecekken yavru kedi daha da acıklı miyavlamaya başladı. Bütün cesaretimi toplayıp, gözlerimi kapatıp, bir, iki, üç diyerek ısıran otların arasına daldım.
Yavru kediyi kurtardım ama her yerimi hain ısırgan otları ısırmıştı. Koşa koşa eve gittim. Ağlamamı duyan anneannem beni hemen banyoya sokup her yerimi ılık su ile temizledi. Dedem de kediyi temizleyip, bir kaba süt koyup bahçede kalacağı bir yer yaptı. Anneannem ''Yavrum göze geldi!'' diye diye beni okudu, üfledi.
Ben, Pembe Burun ve Fındık (yavru kedi) ayrılmaz üçlü olmuştuk. Çok mutluyduk. Köyde artık arkadaşlarım olmuştu. Oyun oynarken dedem beni yanına çağırdı. Elinde telefonu vardı. Arayan annemle babamdı. Babamın sesini tekrar sağlıklı duyunca çok sevindim. Meğerse babam iyileşmiş, hastaneden taburcu olmuştu ve yakında annemle beraber köye geliyorlardı.
1 hafta sonra...
Rüyam sonunda gerçek oldu. Bugün annem ve babam köye, yanımıza, geliyordu. Fındık, Pembe Burun ve ben bahçeyi, evi süsledik. Anneannem eski sandıktan çok güzel işlemeleri olan boncuklu bir masa örtüsü çıkardı. Bu örtü sadece bayram gibi özel günlerde çıkartılırdı. Bugün de masaya onu serdik. Mis gibi tereyağı kokan börek yaptı anneannem, dedem ise semaverde çay demledi. Ben de bahçeden topladığım taze meyve ve sebzelerden doğal bir kek yaptım. Bütün köy bu koku ile büyülenmişti. Sofrada her şey hazırdı. Gözüm kapıdaydı. Birden en çok duymak istediğim ses duyuldu:
-Ding donk, ding donk, ding donk!..
Sonunda annem ve babam gelmişti. Onları o kadar çok özlemiştim ki dayanamayıp mutluluktan ağladım. Sımsıkı sarıldım onlara. Tıpkı ilk geldiğim zaman köyün beni sarıp sarmalaması gibi… Hep birlikte sofraya geçip güzel bir yemek yedik. Annemlerin sürprizi ise artık burada beraber yaşayacak olmamızdı. Şehrin stresi bizi hasta ediyordu. Şehrin yoğunluğundan dolayı işler artıyor, mutluluk azalıyordu sanki. Bu yüzden köy hayatı işlerin azaldığı, muhabbetin arttığı bir yerdi. Biz ise artık hastalık ve stres değil, birbirimizle geçireceğimiz huzurlu günler istiyorduk.
Köyde yaşayacak olmak… İşte bu muhteşem bir haberdi!
Yeni bir umutla, merhaba köy hayatı!


